Ahmet Fuat Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserini biri mi tavsiye etmişti hatırlamıyorum.
Lise yıllarında haberdar olduğumda çok merak etmiştim. Piyasada yoktu.
Yana yakıla arayıp bulmak ve okumak nasip oldu.
Mutasavvıf ve edebiyat kavramlarıydı ilgimi çeken.
Resim, heykel, müzik, sinema, özellikle şiire düşkünlüğüm sebebiyle sert eleştirilere maruz kalıyor, din adına sanata saldıranların itibar gören zırvalarına karşı bir mesnet arıyordum.
“Boş” iş olmak bir yana, “günah ve hatta şirke” vardırılıyordu sanat ile iştigal etmek. “Şiir yalan ve günah, resim ve heykel şirk ve put.”
Sanat adına konuşanlar meseleyi mübarek Kur’an’a dayandırıyor, “Şuara” suresindeki ayetleri de şiir karşıtlığına delil gösteriyorlardı.
Maalesef, halk nazarında da bu fikirler itibar görüyordu.
Yunus Emre’yi, Celâlettin Rûmî’yi, Hafız Şirazî’yi, Ferîdüddin Attâr’ı, Sadi’yi, Dede Efendi’yi nereye koyacaktım?
Her biri birer kıymetli “şair, düşünür ve aynı zamanda sûfîydi.” Buna rağmen bir kafa karışıklığı yaşanıyordu.
“Necip Fazıl“,“Sezai Karakoç“,“Nuri Pakdil“ gibi medeniyet adamlarının sanat ve edebiyatla bizzat ilgileniyor oluşları içime su serpiyordu elbette.
Onlar da, “şiir, hikâye, roman, tiyatroyla hemhâl“,“resim ve heykel sanatına uzak ve ketumdular“. Açıktan bir itirazları olmuyorsa da, yüreklendirici sözler de etmediler.
Güzel sanat ve plastik sanatlara yönelik bu ketumîyet “hâlâ” bozulmuş, kafa karışıklığı da son bulmuş değil.
Tasavvuf edebiyatı, tasavvuf müziği gibi adlandırmalar, şiir ve müziği ehven kılıyorsa da sorunu çözmüyor.
“Oysa, türü, teması ne olursa olsun sanat sanattır.”
Sanatın dinî temalarla yapılanı daha muteberdir demek hakikati yansıtmaz.
Sanat eserini kıymetli kılan, türü ve teması değil, “sanatçının dehasıdır.”
Batı’da, “Rönesans ile dinin tahakkümünden çıkan”, Kilise’nin dümen suyuna gitmekten kurtularak özgürleşen sanatçının, sekülerleşen sanatı daha aşkın ve güçlü olmadı.
Rönesans’ın anlamı “yeniden doğuş” olsa da, yeniden doğan bir şey de yoktu.
Sanatçının handikapları da. Elbette handikaplarının sanatına dahil oluşu hariç.
Bizde Cumhuriyet ve sonrasını bir “Rönesans gibi” gören ve sanatı sekülerleştirenler için de geçerli bu hâl.
Şiirin ve müziğin (musikinin) tasavvufî olanı ile olmayanı arasında “sanat” olarak fark yoktur.
“Dadaloğlu ve Köroğlu’nun”, Koşma ve koçaklamaları, tasavvuf edebiyatı’ndan; serbest şiir, aruz vezninden daha kıymetsiz sayılamaz.
Rönesans’la Batı’da olduğu gibi, Cumhuriyet sonrası sanatçıların dümen suyu değişmiştir hepsi bu.
Kilise beslemesi bir çok sanatçının, yeni “yağlı bir kapı” bulma kaygısıyla, “elitlerin fikri, duygu ve beğenilerine gore” sanat yaptığı gibi, bizdeki birçok sanatçının ”bu yeni güce biat’ı ve dümen suyuna gitmeleri” sanatlarını olduğundan daha kıymetli ve muteber kılmadığı gibi, sanatın içtenlik ve hakikatini ideolojik tavırlarıyla dinamitlemişlerdir.
Bu benim bir değerlendirmem.
Şiir ve müzik dışındaki sanatlar ne ilgi görmüş ne terakki göstermiştir. Özellikle; resim, heykel sanatlarının esamisi okunmamaktadır. Bunun suçunu hem önceki, hem de sonraki dönem sözü itibar görenlerde aramak lâzım.
Bugün resim ve heykel sanatında bir gerilikten bahsetmek anlamsız ve acımasızca.
“Resim ve heykel öteden beri yapılageliyordu da insanımız bir aşama mı kaydedemedi?”
Efendim?
Dünün düşünürlerinin handiyse hepsi “mutasavvıf”, Divan Edebiyatı şairlerinin neredeyse hepsi “sûfi”.
Sözleri “saray katında da“, “halk nazarında da” itibar görenler de onlar.
“Mübarek Kur’an’da, resim ve heykel ve hatta roman, tiyatro ve benzeri sanatlar için yasaklayıcı açık hükümler olmadığı halde”, bunu dile getirmemiş, şiir ve musiki haricindeki sanatlara meyyal olmadıkları gibi, bilâkis “karşı” çıkmışlardır.
Sebebi tevatürlere itibar etmeleri mi, korkuları mı, dümen suyuna gitmek midir bakmak lâzım.
Sanatın kategorize edilirken, bir sanat türünün daha muteber gösterilmesi yanlış.
Bugün bu yanlışı “laiklerin” tersinden yapıyor oluşu da “sanat adına utanç verici.”
Her şeye rağmen, âlicenap tavır bizim camiada görülüyor.
“Sanat, ilim ve estetik kadar gayb (ilham) işidir ve tam da bize göredir.”
Dinimize, kitabımıza küfretmedikçe, Allah ve peygamberimize ve halkımıza saygısızlık etmedikçe sanatın her türü muteberdir.
“Laik sanat” bile.