Sanat, tarihsel bağlamda derin tesir gücünü dini temalardan almıştır.
Bu hem doğu, hem batı sanatının bir realitesiydi.
Batı’da da, bizde de laisizmin bir başarısı olarak dinin ötelenmesi, ortak insanlık değerleri üzerine kollektif bir bilincin inşa edilmesi, sanatın tematik yapısını da etkiledi doğal olarak.
Böylece sanatçıların dini temalar yerine, daha çok dünyevî temalara yöneldiğini görüyoruz.
Sanatçının ilham aldığı kaynakların kıymet yitimi, onu yeni arayışlara yöneltiyor. Çağdaş sanatçıların birbirlerine tesir ettiği hakikati de masal oluyor.
Sanatçıların, yükselen değerler üzerinden sanat yapıyor oluşları, yenilik arayışları bir geleneğin oluşumuna imkân tanımıyor.
Sürekli ve hafızasız bir devinim.
Çağın ruhuna uygun hızla verilen eserlerin kimliği -kimliksizliği de denilebilir- ve bu sanatın talipleriyle ilişkisi de aynı gelişiyor.
Sanatıyla yaşamak durumundaki sanatçının sanatını pazarlaması da kendi başına kalıyor.
Çünkü, sanata iltifat eden, itibar eden ve yatırım yapan bir orta sınıf yok.
Diğer bir ifadeyle burjuvazi yok.
Öteden beri sanatın hamiliğini burjuvalar yapmıştır çünkü.
Burjuvazinin muhafaza alışkanlığı, kültürün sürekliliğini sağlamak yanında, yozlaşmasının da önüne geçer.
Cumhuriyet devrimleri konuşulurken, gözden yitirilen bir şey de, devrimin burjuvazi ve burjuva alışkanlıklarını da yok ettiği.
Şüphesiz bizdeki burjuvazinin, devrimler ve sosyal sınıflar bağlamında kimyası Avrupa ve Rus burjuvazisinden farklıydı.
Binlerce yıllık bir medeniyetin taşıyıcısı ve koruyucusuydular.
Devrim sonrası, dinden-dile, binlerce yıllık Türk ve İslâm medeniyetinden neşet etmiş kültür ve sanatlara topyekun saldırı, ret ve inkârın yasalarla yürürlüğe konulması, hanedan mensubu olmasa bile, orta tabaka sayılacak sınıfın ve sanatçıların geri çekilmesine sebep oldu.
Geri çekiliş, sanatçıların açlıkla yüz yüze gelmesi anlamı taşısa da, sanatın itibarını koruyan bir tavırdır.
Bir misâl olarak, Osmanlı’dan Cumhuriyete intikal etmiş Hat sanatının en usta kalemlerinden Mustafa Abdülhalim Özyazıcı, harf devriminden sonra işsiz kalarak bağcılık yapmıştır.
Ne Fransız devriminin Robespierre’i, ne de Rus devriminin Lenin’i bizim devrimciler kadar hunharlığa imza atmıştır.
Lenin, hatta Stalin köklü değişimler yapmıştır elbette; ancak, bizim devrim kadroları kadar acımasız bir barbarlık sergilememiştir kültür, sanat ve dillerine karşı.
Robespierre zaten, yönetici elitlerin keyfiyetine karşı bir devrimciydi ve bu fikri uğruna kellesini verdi giyotine.
Bizde, devrim ile sermayenin el değiştirmediğini, varlıklı ailelerin nüfuzlarını koruduğunu kabul etsek bile, gözden düşürülen geleneksel kültür ve sanat ürünlerine itibar edemeyecekleri malumdu.
Cumhuriyetin soysuz türedi zenginlerinin almak ve satmak bönlükleriyle sanata itibar ettikleri filan yoktu.
Öte yandan, bugünkü iktidarın türedi zenginlerinin dünyalarına sanatın dahil olması için bir kaç kuşak geçmesi gerek.
Sanatçıların, sanatlarına para ödeyecek yeni zenginlerin zevkine uyar eserler sunma çabası ayrı bir dilemma.
Yeni zevklere uygun bir sanat yapmak, sanatı yeni biçim tecim kaygısı ve yeni bir bilinç ile var etmesi demektir ki, bu da sanatın kimyasına uymaz.
Bir süre satıcı sanatçılar ve onların çakma sanatlarına maruz kalmak durumundasınız.
Maalesef.
İlk yorum yapan siz olun