İlhami Atmaca’ya
… aklımda tütüyor / çocukluğum…
Diyor şiirinde ve bir kitap oluyor şiirleri şairin. Diyor ki;
“o çocuklar / öyle mahzun / ağlamaya gittiler…”
“duy ey baharı bağrında taşıyan çiçek
inanır olmuştum artık solmayacağına
o çocuklar öyle mahzun ağlamaya gittiler…”
Bu dizeleri takılırdı dudaklarımıza İlhami’nin. Çoğu zaman da peş peşe ısrarla dökülürdü dudaklarımızdan;
“o çocuklar öyle mahzun ağlamaya gittiler.”
Her gün birlikte arşınlardık Çankırı sokaklarını. İmaret’ten başlayan buluşma Çay Boyu’ndan Feslikân’a, sonra Sarı Baba’nın tarih yürüyen sokaklarında son bulurdu.
Dostluk ve arkadaşlıkta ideal yaklaşımlarımız vardı. Samimi, sıcak, korumacı, yâranca.
Sıcağın bunaltmasına aldırmaz, inadına arşınlardık sokakları.
Şiirler mısra mısra dökülürdü sokaklara yetmezdi, doyurmazdı. İlhami’nin sesi karışırdı mısralara:
“duy ey baharı bağrında taşıyan çiçek
beni kimler anlayacak artık, kimler sevecek.
korkuyorum, tasalarım artıyor.
o çocuklar öyle mahzun ağlamaya gittiler
beni kimler anlayacak artık, kimler sevecek.”
Şimdi “0 çocuklar” dediğindeki günlere bakıyorum da, “o çocuklar” hakikaten “öyle mahzun”muş ki, öyle samimi, saf ve sade arkadaşlık, dostluk doluymuş ki her ne kadar “ağlamaya” gitmeseler de “bir gittiler, pir gittiler.”
Gidiş o gidiş, hâlâ gidiyor ama nereye kadar bilinmiyor. Aslında “o çocuklar” masum bir hatıra olarak maziye gittiler ve bir daha da gelmeyecekler.
“duy ey baharı bağrında taşıyan çiçek
sensiz yaşamaya alıştım atık
bilmem idamlık kefenimi kimler biçecek.”
Biçti zaman idamlık kefenleri ve savurdu değişik mekânlara gidenleri. Sessizliğe bürüdü gül oylumunda aşan çiçekleri.
Karatekin’in torunları geçti Sarıbaba sokaklarından. Yüreğinde yorgunluğu taşıyor şimdi her biri.
Yumdu şehir gözlerini, zaman perde perde döküldü üzerine. Dualarda kaldı her birinin elleri, çocukça gülümseyen zaman perdesinde pençeleri.
Bu şehirde sen yoksun artık
Ellerin yok, mahzun sokaklar.
Gözlerin mazide kalmış, suskun
“sönmekte bir bir ömrün kandilleri”
Zaman uzatmış ellerini sonbahara,
Gözleri ağma… Görmüyor, gidenler.
“mahalli bir oyunun aksak ayaklarında” yürüdü zaman.
Artık zaman aşımına uğradı o günler. Hükmü yok.
Şehrin suskun sesinde yürüyorum. “o çocuklar öyle mahzun” kaldılar. Yüreklerinde götürdüler ağlamaklı hallerini. Büyüdüler çağ atlamış gibi. Mısralara yüklüyorlar zamanın vebalini. Anı, mühürlüyorlar dizelerinde. Ellerinde şiirin fermanı, suskun Çankırı sokaklarına inat. Bakıyor, görüyor, çiziyor dizelerde yürütüyorlar sessizliği. “gazete küpürlerinde buna rastlanmıyor” kesilmiş Ali Osman’ın ıslığı; Mahbub’un suskun, yine mülâyim bakıyor gözleri.
Yaşar Ateşsoy uzak şimdi askerde olduğu gibi, gülümseyen yüzü geliyor gözlerimin önüne. Ahmet Çiğdem takılıyor ara sıra hatıralara. O kendine has, dudaklarından gözlerine yansıyan pırıltı dolu gülüşleri.
Yürüyen zamana cesaret veren çocuksu ve deli yürek yürüyüşleri başlardı her gün. O çocukluğun gençliğe uzandığı çağlarda. Sararmış, daha çok boş bir sayfa gibi duran bir kitap kapağına güzel bir el yazısı ile notu düşmüş İlhami’nin:
“Beylik bir kahır otururdu kalbimizde
Alnım akarken, bir beyaz sel olurdu yas.”
Ve kederin en katmerlisini yüklerdi genç yaşında genç yüreklere ve meydan okur:
“yüzümüz yanıktır
yüreğimize bir karanfil sokuludur
gözlerimiz namlu değil
gözlerimiz nemlidir artık.”
Hüzün düşürür nihayetinde yürüyen günlerin üzerine. O çocuklar, öyle mahsun ve sessizliğini engeller Çankırı sokalarının.
Gençliğin verdiği o cevelan, o istekli, o hayata gülen pencerelerini aralayarak ses olurlar Çankırı’nın sessiz sokaklarına.
Ve sonrası karanlık…
Yine suskunluk düşer her birine, suskunluğuna döner Çankırı sokakları. Çay boyu gezmelerini özler onların. İkindi güleçliğini kaybetmiştir.
Nedenini bilmez.
Çünkü artık, “gazete küpürlerinde buna rastlanmıyor” nedenleri. Yaşayan bilir, zamana yüklenmiştir hayatın emelleri. Ve sanki yeni bir güne takılmış, sımsıkı sarılmıştır elleri.
Her ne kadar birlik ve beraberliği yaşatsa da gönülleri, artık pek göremez birbirlerini gözleri.
Duymaz olur sesini diğerleri. Sinmiş, kabuğuna çekilmiştir yalnızlığın hayalleri.
Mısralara düşer hayatın sayfalarına mazide kök salmış olan günleri.
Ya, Türkiye’nin en doğusundan Karsa’tan, Ulgar Dağları’ndan esen bir kuru yel ya da arasıra sulu sepkenden aniden düşen kar yağışlarına.
Türkiye’nin ta batısına uzanan rüyalar memleketi, hülyalar kurduran, hayalleri süsleyen İstanbul ihtişamına.
Hayatların nefes aldığı Başkent Ankara’da, günler kovalarken günleri bir bir, nefesler siner sokaklara.
Bir roman sarmalında uzar zaman. Değişik yönleriyle tanıtır hayatı. Sevgiler çiçek açar gönüllerde, ıstıraplar yol bulur gözlerde çakmak çakmak. Genç yüreklerin çırpıntısıdır yeni uçmaya çalışan yavru bir güvercinin acemi kanatlarında. Hayat demlenir insanın hayatında. Varoşlarına uzanır sıcacık merhabalar, sohbetler uzanır sabahlara.
Ve o çocuklar her gün hayatı karşılarlar artık delikanlıca.
Hayatı karşılar her sabahla birlikte yeniden merhabalarla.
İlk yorum yapan siz olun